18 Eylül 2017 Pazartesi

Öfkelenince neden bağırırız ?

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz."

7 Eylül 2017 Perşembe

Anneye Mektup

 Anne,
Sensiz geçen tam 4 yıl doldu bugün. Zaman çok çabuk geçiyor diyorlar ya anne, eğer küçük bir kız çocuğu annesinin yolunu bekliyorsa gözleri yolda, çok zor geçiyor günler. Senin ardından günleri parmaklarımla saymaya başladım hemen dönersin umuduyla ama parmaklarım karıştı birbirine...Takvim yapraklarını saymaya başladım, kaybettim sonra sararmış kağıtları...Tam vazgeçecektim döneceğini düşündüren umuttan; o akşam odana girdim. Eskiden kızardın bana odana girip eşyalarını karıştırıyorum diye. Odana girip kıyafetlerini karıştırdım o akşam anne; burada değildin kızmadın bana. O gün seni diğer günlerden daha çok özlemiştim, Kokuna ihtiyacım vardı. Dağıttım biraz dolabını ama hep yaptığım gibi geri topladım, aynı bıraktığın gibiydi odan ben çıkarken. Ama o her zaman ki çiçek kokun eksikti anne. O gün sadece uzun süre kapalı kalan kıyafetlerin koktuğu gibi kokuyordu o sana çok yakışan kıyafetlerin. Senin kokun meğer saçlarında, ellerinde saklıymış. Gideceğini söyleseydin bir kavanoz alırdım senin her zaman alışveriş yaptığın dükkandan. Kokunu hapsederdim içine.. Hatta bu kadar uzun gelmediğin için dükkanda bulunan bütün kavanozları alırdım. Senden sonra ne çok keşkelerim oldu bir bilsen anne. İlk keşkelerim sen oldun yeni yeni başlayan hayatımda. Mesela en büyük keşkem ne oldu biliyor musun? Gitmeden son son sarılsaydım keşke sana dolu dolu. O kavanoza saklamayı düşündüğüm kokunu saçlarından duysaydı burnum. Ama işte şimdi daha iyi anlıyorum ki; ne zaman geri geliyor ne de sen dönüyorsun kollarıma... Bugün beklemekten vazgeçiyorum anne, özleyeceğim seni ama beklemeyeceğim artık. Bugün üniversiteyi kazandım ve yeni bir hayata başlayacağım. Artık döneceğini düşündüren umut parçalarını rüzgarla yolladım sana her nerdeysen.
Beni çok özle olur mu? Ben seni çok özleyeceğim.
                                          Kokuna aşık küçük.

Çoklu kişilik

(Lise son okul dergisi için yazdığım hikaye)
Sonbaharın çıkmasına az bir süre kalmasına rağmen ayaklarımın altında çıtırdayan yapraklar hala varlığını sürdürüyordu. Kulağında son zamanlarda sık sık dinlediğim yabancı şarkı ve yanımda uzayıp giden mavi dalgalar ben yürürken olmazsa olmazlarımdandır. Yürüyüşe çıkmak niyetiyle üzerime alelade geçirdiğim beyaz rambo atlet ve siyah kapri tayt terden üzerimde ikinci bir ten olduğunda eve dönme zamanımın geldiğini anladım. Sahil yolunda geldiğim yolu tekrar geri dönerken evimin hizasına gelince karşıya geçtim. Evimiz iki katlı müstakil bir evdi ve denize bakıyor olması bizim için bulunmaz bir nimetti. Her ne kadar evin büyüklüğüne nazaran kız kardeşimle birlikte iki kişi yaşasakta güzel bir yaşantımız vardı. Anne ve babamın geçirdikleri kazadan sonra nasıl hayatta bir başımıza kaldıysak, evde de öyle bir başımızaydık. Çocukluğumuzun geçtiği evin anne ve babamızın anılarıyla dolu olması bizim için bir nebze teselli oluyordu. Evin bahçe kapısında içeri adımımı attığımda yemyeşil bahçeye bakıp içimin açılmasına, huzur dolmasına izin verdim. Bahçeyle ilgilenip güzelleştirmek adeta bir terapi gibi geliyordu bana ve yaptığım güzellikleri görmekte huzurla eş değerdi. Sağ tarafımda duvarın kuytu köşesinde renk cümbüşü menekşelerin kokusuyla sol tarafımda ki Gardenyaların kokusu birleşip mistik bir koku oluşturuyor ve bu koku insanı mest etmeye yetiyordu. Kokuları dışında bembeyaz Gardenyanın ve pembe renginin ağırlıkta olduğu bütün renklerden oluşan menekşelerin görüntüsü de insana sebepsiz tebessüm bahşediyordu. Annemin sevdiği çiçekleri kendi evimizin bahçesinde yaşatmak ise beni ayrı mutlu ediyordu. Evin kapısını açıp içeri girdiğimde bahçede ki o güzel atmosferin yerini kasvetli bir hava almıştı hemen. Çünkü; Şu an karşılaşacağım şeyleri gerçekten merak ediyordum. Üst kata Meyra'nın odasına doğru çıkarken bu sefer hangi kişilikle karşılaşacağımı düşünüyordum. Bu durum insana kafasını yedirirdi.  Meyra da bir tür kişilik bozukluğu olan Disosiyatif kişilik bozukluğu hastalığı var. Bu hastalık büyük bir travma sonrasında oluşabilecek bir durum olup yaşadığı travmayla alakalı kişilerin kimliklerine bürünüp kendi kişiliğini bile unutturuyor. Buna da doktorlar Disosiyatif Düğ diyorlar. Kendisini hatırlayamıyor ama yaşadığı her neyse ve kimlerle yaşadıysa o kişiliklere bürünüyor. Bir anda elinde dosyalarla çok zeki bir insanın kişiliğindeyken 5 dakika sonra şarkı söyleyen bir insanın kişiliğine bürünebiliyor. Bazen benim kişiliğimde olduğunu bile görüyorum onda. Tam iki yıldır böyle kişilik bölünmesi yaşıyor ama hala düzelip eski haline gelebilmesi içi bir umut kapısı bulamadım. Onu en iyi psikologlara götürüp tedavi de ettirsem sonucunda söyledikleri şey hep aynı oldu. '' Bu hastalığın ilaçlar dışında ki asıl tedavisi onun travmaya sebep yaşadıklarıyla yüzleştirmek olur. Travmayı hatırlamasa dahi bilinç altında zaten o durum nüksettiği için bir reaksiyon gösterecektir. Sonrası ise yeni doğmuş çocuk gibi hayatına yeniden başlaması gerekecek çünkü yaşadığı hiçbir şeyi hatırlamayacak ama kendi kişiliğine sahip olacaktır.'' Bu sözler son gittiğimiz psikoloğun söyledikleriydi. Hala bağlantı da olduğumuz psikologla beraber o kişilikleri tek tek araştırıyoruz. Tam üç aydır çevremizde ne kadar zeki ve şarkı söylemeyi bilen kişiliğe sahip insan varsa hepsini Meyra'nın karşısına çıkarıyordum. Dün aile şirketimizde çalışan çok zeki bir çalışanımızı yemeğe davet ettim. Meyra umursamayı bırak yanımızda bile fazla durmadı. Bugünde bu durumlar olmadan önce okuduğu okulda ki birkaç arkadaşını çağırdım eve. Her şeyi herkesi araştırıyordum. Kardeşimin başına nasıl bir şey geldiğini bilmiyordum belki ama o bana emanetti, benim canım, kanımdı ve benim adım da Eylülse o kişiliklerin sahiplerini bulup gerekli yüzleşmeyi kendi ellerimle inşa edecektim. Penceresinin önünde ki boşluğa oturmuş, kollarını bacaklarına bağlamış şekilde dışarıyı izliyordu. Muhtemelen geldiğimi görmüştü ama hala pozisyonunu bozmamıştı. Belli ki zeki tarafı düşünüyordu şu anda hem de çok yoğun bir şekilde. ''Günaydın canım, nasılsın?'' yanına yaklaşıp elimi saçlarına daldırıp okşadım. O kadar yumuşak saçları vardı ki dokunmaya bile kıyamıyordum. ''Hoşgeldiniz bayan Çelik, iyiyim ya siz? '' birde bana karşı bu mesafeli tavrı her zeki kişiliğe büründüğünde canımı fazlasıyla yakıyordu. ''Bende iyiyim canım, bugün arkadaşların gelecek kahvaltından sonra, hazırlanıp aşağıya gel hadi.'' Merdivenlerden inerken yine düşünceler beynimi istila etmeye başlamıştı. Bundan 1 ay öncesini düşündüm. Meyra'nın sinir krizine girdiği günü, nerdeyse gözetim altında tutulması için hastaneye kaldırılacağı günü. Ama şimdi çok daha iyiydi. Arada böyle sinir krizleri geçireceğini doktor söylemişti ama yaşayınca bir başka oluyormuş. *** Telefonum çaldığında çalışma odamda yığılmış dosyalarla boğuşmakla meşguldüm. Ekranda yanıp sönen isimle şaşırmıştım biraz ama telefonu hemen cevaplandırdım. ''Alo, Dayı?'' Dayım annem ve babam öldükten sonra bizle pek zorunda kalmadığı sürece bir araya bile gelmemiş birisidir. Arada iş için Amerika'dan buraya döner bir iki gün kalır sonra tekrar dönerdi Amerika'ya. Bazen arkadaşıyla bile gelmişliği vardır. Ama son zamanlarda ne arkadaşlarından biriyle ne de kendi tek başına buraya kalmaya geliyordu. ''Eylül, merhaba. Ben İstanbul'dayım bir arkadaşımla. Evdesiniz dimi, birkaç gün için kalmaya gelecektik?'' Emrivakilerden nefret ederdim. Gerçi dayımı da pek sevdiğim söylenemez.''Evdeyiz Dayı, bekliyoruz.''
 Meyra'nın yanına oturup bağdaş kurdum. Sesi gerçekten güzeldi. Şuan söylediği parça da Amerikan bir grubun yeni albümünün hit parçasıydı. Söylediği şarkı İngilizce olsa da sesine öyle bir uyum sağlamıştı ki sanki Türk değil de bir yabancı dillendiriyordu şarkıyı. Dün arkadaşları bize geldiklerinde de kişilik olarak yine bu şekildeydi. Durmadan şarkı söylüyordu. Arkadaşlarına da çalışanımıza yaptığı gibi dönüp bakmadı bile. Arkadaşlarını da listemden elemiş oldum böylelikle. Yaklaşık bir saati orda Meyra'nın yanında bağdaş kurmuş şekilde geçirdim. Arada şarkılarına eşlik etsem de çoğunlukla onu izledim. Zilin sesiyle de dikkatim gelen kişiye kaydı. Dayım ve arkadaşı gelmiş olmalıydı. Oturduğum yerden kalkarken bir saat o şekilde oturmanın karşılığını şu an bacaklarımın karıncalanmasıyla fazlaca alıyordum. Ufak egzersiz hareketleriyle biraz daha rahatladığımda kapıyı açmaya gittim. Beklediğim gibi dayım ve arkadaşı gelmişti. En son gelişinde de bu arkadaşı vardı yanında. Adı da yanlış hatırlamıyorsam Hakan olması lazım. Dayımla isimleri bile uyumluydu. Hasan ve Hakan. Onları içeri buyur ederken, daha salona geçmeden onları uyarmam gerektiğinin bilincindeydim. Dayım Meyra'nın son durumunu bilmiyordu ve birden öyle görürse ne yapacağını şaşıracağını kendimden bildiğim için onları hazırlamalıydım karşılaşacakları şeylere.
 '' Dayı, sana bir şey söylemeliyim. Daha doğrusu uyarmam gerekiyor galiba. Meyra... O bıraktığın gibi değil...'' Genel olarak ona her şeyi kısa bir altyazı geçtim. Dayımda ve arkadaşında anlamlandıramadığım bir bakış görsem de kafa yormayıp önden salona geçtim.  Meyra'nın sırtı bize dönük şekilde şarkı söylemeye devam ediyordu. Bizi fark etmesi için ona seslendim, yavaş bir şekilde arkasına dönünce ilk beni gördü daha sonra dayıma ve Hakan'a bakınca birden ne olduğunu anlamadan çığlık atmaya, bağırıp çağırmaya başladı. Bu hali aynı 1 ay öncesini andırıyordu. Yine sinir krizi geçiriyordu. Öylesine şaşkına uğramıştım ki put gibi dikiliyordum. Kendime geldiğimde hızla yanına koşup ellerini ve bacaklarını sabit tutmaya çalışıyordum ama öyle bilinçsizce ve kuvvetle hareket ediyordu ki tek başıma tutamıyordum bile. Dayım sonunda ambulansı aramayı akıl etse de hala uzaktan izlemekle yetiniyordu.
 ''Dayı yardım etsene, zapt edemiyorum.'' Her denileni yapan bir robot gibi dediğimi yaptı. Ambulans gelince hemen bir sakinleştirici yapsalar da yine de hastaneye kaldırılması gerektiğini söylediler. Meyra önde ambulansla bizde dayımın arabasıyla arkasında hastaneye gidiyorduk. Yol boyu ben ne kadar ağladıysam onlar o kadar sustular. Bu suskunluğu şaşırmalarına yorup sadece Meyra'yı düşünmeye başladım.  Hastaneye vardığımız da Meyra ‘ya birkaç doktor birden bakıp uyutmaya karar verdiler. Neden birden böyle olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ve artık bu işin çözülmesi gerekiyordu. Birkaç saattir Meyra'nın odasının önünde uyanmasını bekliyordum. Yanıma ne dayım ne de Hakan uğramıştı. Artık merak etmeye başladığımdan onları aramaya bahçeye çıktım. Az ileri de hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Daha çok tartışıyor gibiydiler. Biraz daha yaklaşınca konuşmalarını duymaya başlamıştım. Aramızda bir ağaç olduğu için onlar beni göremiyordu ama ben onları hem görüyordum hem de duyuyordum. ''Allah belanı versin senin Hakan, ben sana demiştim. Böyle olacağını biliyordum.'' Dayım neyden bahsediyordu hala anlayamasam da dinlemeye devam ettim.
 ''Ben nerden bilebilirdim bu kadar etkileneceğini, Özür dilerim gerçekten çok pişmanım.''
 '' İçerde senin yüzünden bu halde olan kişi benim yiğenim, onun bu hale gelmesinin sebebi ise sensin ve iyileşmesine sebep olacak kişi de sensin. Onunla yüzleşeceksin.'' Dayımın dedikleriyle adeta başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Duyduklarım gerçek miydi sahiden. Ne yapmıştı
 Hakan benim kardeşime de böylesi bir travmaya sebebiyet vermişti… Kendimi tutamayıp konuşmalarına daldım. Gözüm Hakandan başkasını görmüyordu şu an. Elimde olsa ellerimle parçalardım onu. Bunca yıl çektiğimiz bu çile karşımda ki adam yüzünden olmuştu ve en kötüsü de bunu dayımın biliyor oluşuydu. Gerçekten her şey aklıma geliyordu herkes gözümün önüne geliyordu ama bunu gerçekten beklemiyordum. Biraz düşününce de dayımın zeki kişiliğiyle Hakan'ın amatör şarkıcı kişiliği tamamen gerçekleri tüm berraklığıyla ortaya seriyordu. Meyra onları gördüğü için sinir krizine girmişti. Ama şu an aklıma takılan asıl konuysa kardeşime ne gibi bir kötülük yaptığıydı. '' Kız kardeşime ne yaptın! '' Benden beklenmeyecek şekilde sesimi yükseltince ikisinin de yüzleri bembeyaz oldu. Cevap vermeyince sorumu yineledim ve bu sefer dayıma döndüm. O anlatabilirdi belki. Gerçekleri duymaya ihtiyacım vardı. ''Hakan biraz eğlenmek istemiş sadece...'' Bu, bu çok ağırdı. Benim kardeşim cinsel istismara mı uğramıştı yani. Bu benim için bile çok ağırdı. Meyra, kardeşim neler yaşamıştı. Neleri görmemişim. Nelere kör, sağır olmuştum böyle. Ama şu an gözümde kulağımda açılmıştı gerçeklere işte ama geç olmuştu, ağır olmuştu.-. Yine de daha geç olmadan öğrenmiş olmak bile şu an teselli ediyor beni. Ne yapacağımı ne tepki vereceğimi bilemesem de. Elimin Hakan'ın yanağında patlamasına engel olamadım. Bundan daha fazlasını hakediyordu. Çok çok fazlasını hem de. Birçok şey daha yapmayı düşünüyordum ama önce mantıklı olmalıydım. Öncelik sırası vardı. Öncelik kardeşimdeydi. Onun iyileşmesi lazımdı. ''Siz ikiniz benimle geliyorsunuz.'' İkisini de alarak Meyra'nın psikoloğunun yanına gidip olanları anlattım. Yanımda ki iki canavarı alıp Meyrayla yüzleşmeye götürürken ben odaya girmedim. Çünkü onlar o odadan dışarı çıktığında hiçbir şey yanlarına kalmayacaktı. Bunun için aramam gereken yerleri arayıp odanın kapısının tam karşısına oturup içerden Meyra'nın son acılarının çığlığını dinliyordum. Bundan sonrası ikimiz içinde iyi olacaktı. Güvende ve mutlu olacaktık ama artık ne ben herkese güvenebilecektim ne de Meyra ‘ya herkese güvenmesi için izin verecektim. Odadan çıktıklarında elleri yüzleri her yerleri tırnak izleriyle doluydu. Buna içten içe mutlu oldum. İkisinin de önce gözleri beni buldu sonra da iki yanımda dikilen polisleri… Sonunda ait oldukları yere gideceklerdi işte. Bu anı çok uzun zamandır bekliyordum ama karşımda elleri kelepçelenen kişilerden birisinin kendi kanımızdan olacağını hiç beklemiyordum. Ama kim olursa olsun bu duruma sessiz kalıp onların insan içinde yaşamasına izin veremezdim. Eğer bir can yakıyorsan, hele de o yaktığın can 16 yaşında daha çocuk sayılan biriyse yaptığının bin mislini almayı da hakediyorsun demektir. Polislerle birlikte hastaneden çıkışlarını izlerken yüzüme huzurlu bir gülümseme yerleştirdim. Ben bugün her ne olursa olsun kardeşime kavuşmuştum ama onlar uzun bir süre özgürlüklerine kavuşamayacaklar artık. Bunun için elimden gelenin de fazlasını yapacağım.

Son Umutlar

son umutlar her zaman son çıkış kapısıdır tutunacak dal arayanlara.
her son kelimesi de birşeylerin tükenmişliğini anlatır zaten
Beklemek, umut etmek, olmayacak hayaller kurmak tüketir bizi.
Kaçmak isteyip hapis kaldığımız o duygular ve durumlar,
istenmeyen ot gibi her zaman burnumuzun dibinde biter. Onlarla yaşar, onlara alışırız.

DAY/24

Unutmaya gücüm yetmez, unutulmaya yüreğim...